Kitap

Önsöz

2013 senesinde Türkiye’de direnişin estetiği üzerine bir sergi organize edip bunu Almanya’da gerçekleştirme fikri ortaya çıktı. Bunun sadece birkaç ay öncesinde İstanbul’daki DEPO‘da Afişe Çıkmak sergisi sona ermişti. Sergide, Türkiye’nin 60’lı ve 80’li yıllar arasındaki farklı sol politik ve ilerici toplumsal aktörlerinin sosyopolitik ve kültürel tarihi, afişler ve dönemin şahidi olan diğer belgeler aracılığıyla ele alınıyordu. Projenin öncüsü olan ve Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Sosyal Politika Forumu‘nda araştırma yapan Christian Bergmann, DEPO’ya yaptığı ziyaretin ardından o dönemin protestolarının yaratıcı şekillerinden derinden etkilendi. Sadece birkaç ay sonra Gezi Parkı protestoları başladığında, Taksim Meydanı çevresindeki direnişin biçimsel dili ile daha önce ziyaret ettiği sergideki estetik arasındaki paralellikler netlik kazandı.

Proje fikrinin hayata geçirilmesi için uygun partnerlerin aranması sürecinde bir dizi verimli işbirliği ortaya çıktı. Böylelikle, örneğin Berlin-Weddingli Organ kritischer Kunst’tan (OKK) Pablo Hermann’ı projeyi birlikte oluşturmak üzere aramıza katma imkanı oldu. OKK‘nın çalışmaları sanatsal-aktivist yaklaşımlar ile yılların deneyimine dayanıyor. Projenin diğer üyeleri olan Allmende e.V.‘den Duygu Gürsel, SWP’de (Stiftung Wissenschaft und Politik – Uluslararası İlişkiler ve Güvenlik Enstitüsü) misafir araştırmacı Zülfukar Çetin ve ayrıca Berlin Alice Salomon Üniversitesi’nden Çağrı Kahveci, çalışma deneyimleri ile bilimsel ve analitik katkıları sayesinde projeye teorik bir üstyapı kazandırdılar ve bununla birlikte Türkiye’nin geçmişi ve bugünündeki farklı hareketlerin bağlantılarına, sürekliliklerine, ama aynı zamanda kırılma noktalarına ve farklılıklarına da açıklık kazandırdılar. Therese Koppe, çalışmalarının odak noktası olan video ve filmlerle projeyi zenginleştirdi. Sanat tarihçisi Eva Liedtjens ve tekstil sanatçıcı Jan Bejšovec de, sanatçı seçiminden ve sergi konseptinden büyük ölçüde sorumluydular. Bu grup çalışmasında kolektif bir uygulamayı denedik. Bizim için esas önem arz eden, grup küratörlüğüne dayanan bir yöntemdi, hala da öyle.

Konuyu yoğun şekilde tartışmamız esnasında 70’li yılların direnişçiliği ve bugün arasında estetik bir bağlantı ortaya çıktı. Bu askeri diktatörlüğün baskı uyguladığı dönemi ve o zamanın farklı hareketlerini bugününkülerle bir araya getiren bir köprüyü andırıyordu. Proje ile Türkiye’yi, göç veya din gibi konulara yönelen tipik sosyokültürel odağın uzağında alternatif bir bakış açısından gözlemleme çabasına giriştik. Türkiye’nin yakın tarihi ile toplumsal ve kültürel meselelerini ve onlarla bağlantılı olan çok boyutlu protesto hareketlerini olabildiğince büyük bir Alman kitlesine tanıtmak istiyoruz.

Serginin merkezinde sadece Türkiye’nin kent nüfusunun yaklaşık üçte birinin yaşadığı İstanbul metropolü yok. 2015 başlarında serginin hazırlık süreci kapsamında, proje grubu olarak ağırlıklı olarak Kürtlerin yaşadığı Diyarbakır’a bir araştırma gezisi yaptık. Diyarbakır Sanat Merkezi, yerel sanatçıları ve sivil yoplum örgütlerini projemize kazanmamızda bize destek oldu.

Kolektif çalışma şeklimiz projenin kendisine yansıyor. Böylelikle çıkış fikrimiz, son iki yılda çok sayıda başka destekçiler ile işbirliği içerisinde, Türkiye ve Almanya’nın farklı bölgelerinden toplamda 40’tan fazla katılımcı ve kolektifin dahil olduğu bir projeye dönüştü. Çok seslilik, iki ülkedeki sosyal hareketlerle şekli ve konusu açısından şu ana kadar bir örneği bulunmayan kapsamda bir bağlantı kurulmasına olanak tanıdı.

Üç ayaklı proje; bir sergi, bir kitap ve yan etkinliklerden oluşuyor. Sergide kamusal alandaki sosyal direnişin belgesel görüntüleri sanatsal yaklaşımlar ile bağlamına yerleştiriliyor. Fotoğraf, video, enstalasyon, resim, afiş sanatı ve arşiv materyallerinin bir aradalığı, çağrışımsal bir dokümentasyona olanak tanıyor. Elinizdeki kitap, serginin içerdiği konuları ele alan ve onları tamamlayan bilimsel, sanatsal ve edebi metin ve görseller içeriyor. Ayrıca yan etkinlik programı; bir podyum tartışması, bir performans ve bir karikatür workshop’unun yanı sıra film gösterimleri ve sanatçı konuşmalarıyla ele alınan konuları derinleştiriyor.

40 seneden uzun bir süredir toplumsal sorular ve sanatsal stratejiler arasındaki kesişim noktasında yerleşik bulunan neue Gesellschaft für bildende Kunst (nGbK) ve izlediği sanat politikası, buranın sergi projesi için ideal mekan olduğunu gösterdi. Bu nedenle burada, bu iki sene süresince projeyi durmadan yenileyip geliştirme ve nihayetinde gerçekleştirmemizde var gücüyle çalışmış olan tüm dostlarımıza ve çalışma arkadaşlarımıza tüm içtenliğimizle teşekkür ediyoruz.

Berlin/İstanbul, Haziran 2015

nGbK-Proje Grubu 7713:
Jan Bejšovec, Christian Bergmann, Zülfukar Çetin, Duygu Gürsel, Pablo Hermann, Çağrı Kahveci, Therese Koppe, Eva Liedtjens

Almanca’dan çeviren: Seda Niğbolu

Giriş

-Melek Muștu Seufert, Zülfukar Çetin

Bu kitabın hazırlık sürecinde bir yandan farklı toplumsal hareketlerin dinamiğinin; 60’lardan bugüne kadar dönemsel temsiliyet modellerini, diğer yandan bunun sanatsal izdüşümlerini ve estetik yansımalarını merak ettik. Disiplinlerarası bir proje olarak baktığımız alanda gördük ki, dönemsel farklar ve değişik grupların kendilerini kamuoyunda ifade ediş farklılıklarına rağmen, hatırlanma biçimlerinde ortaklıklar söz konusu; afiş, slogan, günlük, duvar yazısı, fotoğraf, şarkı, film ve hatta müzik grubu gibi mutlaka geriye kalan, hatırlamayı sağlayan, unutturmayan, belgeleyen ve böylece toplumsal bellek inşa etmeyi sağlayan şeyler…

Böylelikle, hem sergiyi hem de kitabı üç ana başlık altında toplamak gerektiğine karar verdik: Toplumsal Bellek, Sanat ve Direniş ile Kentsel Direniş. Her ne kadar bu başlıklar alt alta duruyor olsa da, aslında kitabı okurken bunların aynı zamanda iç içe olduğunu, yani birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini, örneğin Gezi Parkı’nın yıllar içinde toplumsal hafızada oluşmuş yerini, alışveriş merkezi yapma saikiyle başlatılan yıkımlara karşı korumak için sanatın da dahil olduğu bir direniş ve sonrasında dönüşerek yeniden oluşan bir toplumsal bellek olarak okuyabileceğimizi akılda tutmak gerekir.

İlk bölüm Toplumsal Bellek üzerine düşünürken, öncelikle; “Toplumsal bellek nedir?”, “İçeriğinde neler vardır, ne ifade eder, nerede karşımıza çıkar?”, “Bu belleği oluşturan bileşenler nelerdir, yaratıcıları ve yokedicileri kimlerdir?” gibi sorular sorduk kendimize.

Odak noktamız direniş de olduğundan, Türkiye’de toplumsal belleği değiştirme, yok etme ve yeniden üretme dayatmasının kolay kabul görmediğini, aksine hafızasızlaştırma da diyebileceğimiz kurgulanmış belleğe karşı son on yıllardan itibaren güçlü hareketler olduğunu ve toplumun kendi belleğini yeniden kendisinin ürettiğini kanıtlayan örnekleri bulmakta zorlanmadık. Bu aşamada tarih yazımının önemi ortaya çıktı. “Kimin tarihi, nasıl yazılıyordu?” “Verilen mücadelelerle nesne konumundan özne konumuna geçiş süreci ve mücadele biçiminin dönüşümü nasıldı?”, “Ödenen bedelleriyle birlikte sonrasındaki kazanımları nelerdi?” gibi sorularla devam ettiğimizde toplumsal bellek alanları olarak feminizm, Kürt hareketi, göç, LGBTİ hareketi ve kentsel alana müdahale örneklerini seçmiş olduk. Bu bölümde kimi aktivist, kimi sanatçı veya akademisyen olan yazarlarımız resmi egemen tarih yazımına karşı alternatif olduğu kadar, sahici bir tarih yazımı da sunmaktalar. Örneğin Handan Koç, yazısında küçük bir kadın grubuyla başlayan ikinci dalga feminizmin, yıllar içinde inatçı mücadeleyle önce devlet destekli erkek şiddetine karşı binlerce kadını nasıl harekete geçirdiğini, devamında da zaman içinde ataerkil bir zihniyeti temsil eden kadına yönelik ayrımcı yasaları zamanla kadınların lehine değiştirecek belli bir güce eriştiğini aktarıyor.

Benzer şekilde, önce translara yönelik devlet şiddetine karşı örgütlenerek yasal hak talepleriyle yola çıkan, günümüze insan hakları ve basın özgürlüğünü savunan, Kürt, işçi, kadın gibi hareketleri destekleyen antimilitarist çizgide özgürlükçü aktif bir harekete dönüşerek gelen bir LGBTİ hareketini, Zülfukar Çetin ve Aras Göngör’ün yazısında görmekteyiz. Değerli bir kazanım olan Onur Yürüyüşü’nden belleğe kazınansa, renk ve neşenin yanında kimilerine edepsiz gelebilecek “Faşizme karşı bacak omuza” sloganı oluyor.

Banu Karaca Gezi sloganlarıyla ilgili yazısında, kentsel alana müdahalenin direnişi olan Gezi Parkı’nın bir sembole nasıl dönüştüğünü irdeliyor. Bu yazıda da görüldüğü gibi, kentin hafızasında eylem yahut kutlama için toplanılan Taksim Meydanı’na bitişik yeşil alanı, alışveriş merkezine dönüştürme girişimine karşı başlayan barışçıl protestolara, orantısız polis ciddetiyle karşılık verilmesi sonucu toplumun her kesiminden gruplar direniş için Gezi’ye aktılar; dayanısarak, yaratıcı mizahla direndiler, pek çok köşede Gezi ruhunun izlerini bıraktılar. Geriye Taksim ve Gezi’ye ilișkin bellekte en etkili şu sloganla yeni bir sayfa açtılar: “Her yer Taksim, her yer direniş”.

Can Sungu iki film üzerinden Türkiye’den Almanya’ya işçi göçü olgusunu aralıyor: Daha iyi bir hayat kurma hayali içinde, gurbette ağır çalışma koşulları, sömürülme, sosyo-kültürel değişimler, sıla hasreti, ırkçı ayrımcılık gibi alanlarda direnen Almanya’ya göç etmiş insanlar, hem Türkiye’de hem Almanya’da nereden, hangi pencereden bakıldığına bağlı olarak değişen sıfatlarla gurbetçi / Almancı, misafir işçi / yabancı işçi, müslüman yabancı olarak etiketlendiler, uzun süre arafta kaldılar.

Şeymuş Diken’in bakışıyla dünyayı sallayan 68 ruhu Türkiye’yi de sarmış, daha fazla özgürlük ve hak arayışı talepleri alanlarda kitlesel olarak haykırılmış, bu dalga içinde üniversiteli ve aydınlar olarak Kürtler doğu-batı arasındaki sosyal adalet dengesizliğine karşı örgütlenip mitingler yapmış, Kürt bölgesine dair tarih yazımının yanlışlığına dikkat çekmiş, böylece resmi ideoloji kurumunun fark edilmesinde ilk sıçrama olmuş, “doğululuk”tan Kürtlüğe taşınan bir mücadele günümüze kadar meșru ve gayri-meșru bir şekilde devam etmiştir.

Kitabın Sanat ve Direniş konulu ikinci bölümünde sanatla toplumsal hareketler arasındaki etkileşime odaklandık. Sanatın toplumsal hareketler içindeki rolünün ne olduğu, belli alanlara ve gruplara yönelik devlet baskısının ve buna karşı direnișlerin sanatçıyı ve sanat konularını nasıl etkilediğini anlamaya çalıștık. Bu bağlamda, direnişçi sanatçı estetiğinin ne gibi değişimler, dönüşümler geçirdiği gibi soruların cevaplarını, bu bölümde belgeselci, video sanatçısı, çizer, küratör, sanat kuramcısı ve akademisyen olan yazarlarımızın makalelerinde tartıșmaya açtık:

Mizgin Müjde Arslan, yazısında Kürt coğrafyasından çıkan filmlere kendi tecrübelerinden yola çıkarak “içerden” bir bakış sunuyor. Yazar, makalesinde 2000’li yıllarda daha çok belgesel alanında ortaya çıkan Kürt sinemasını, vaktiyle inkar edilen bir halkın ve yasaklı dilinin sesi ve görünür kılınmanın arzusu olarak yorumluyor.

Akabinde Can Candan, Türkiye’de belgesel sinema tarihini incelediği yazısında belgesel sinemanın; etnik ve mezhepsel katliamlara, insan hakları ihlallerine, yıkıcı çevre politikalarına ve sermaye /devlet / erkek egemenliğine karşı verilen mücadeleleri kayıt altına aldığını, aynı zamanda belgesel sinemanın; yok saymaya, unutturmaya karşı kişisel ve toplumsal bellekleri canlı tutmaya çalışan sanatsal bir direniş alanı olduğunu örnekleriyle tespit ediyor.

90’ların Kürt coğrafyasında gündelik yaşamı devlet şiddetinin belirlediği yıllarda büyümüş bir sanatçı olan Cengiz Tekin’in, travmatik bireysel hafızasından sanatına yansıttığı Fotoğraf isimli çalışmasını da Engin Sustam analiz ediyor. Buna göre yazar, sanat eserinin özellikle hafızanın toplumsal ve siyasal krizini anlatması açısından da önemli bir siyasal araç oldugunu tespit ediyor.

Buna paralel olarak Şener Özmen de, Diyarbakır’da 2000’li yıllar ile birlikte başlayan bir kültür sanat ortamının oluşumunu, ardından Diyarbakır’lı Kürt sanatçıların Batı Avrupa’daki sergilerle uluslararası lige çıkışını ve bu sanatçıların Türkiye güncel sanatındaki görünürlük mücadelesini; sergiler, tartışmalar ve eleştiriler ekseninde rapor ediyor. Bu raporla, güncel sanatı bir yaşam, düşünüş ve direniş biçimi olarak benimseyen ‘doğulu’ sanatçıların, üretimleriyle görsel kültürde yeni mevziler açtıklarını öğrenmekteyiz.

Feyyaz Yaman, Türkiye’de 70’li yıllarda plastik sanatlar alanının siyasetle ilişkisini, ülkenin geçirdiği sosyo-ekonomik dönüşümler bağlamında tartışırken, 68 ruhundan devranılan özgürlük düşüncesinin 70’li yıllara politik ve estetik kimliğini veren temel ilke olduğuna işaret ediyor. Bu anlamda, genç, aktif, örgütlü, politik anlamda hem enternasyonalist hem de yerele dikkatle bakan, kendini sokak ve siyasetle, sendika ve proletaryayla, gecekondulu ve yeni kentliyle, parti ve örgütlerle ilişkisi üzerinden tanımlayan bir sanat alanını açımlıyor.

Erden Kosova da, Türkiye’deki dinamik siyasal iklimin sanat alanına yansımalarını ve sanat araçlarındaki dönüşümünü 80’lerden günümüze kadar kapsamlı bir şekilde irdeliyor. 90’larla birlikte enstelasyon ve performansın form olarak yaygınlık kazandığını, Türkiye’nin özgül siyasal gündemine çekincesizce göndermelerde bulunan sanatçıların ortaya çıktığını, bienal ve bağımsız sanat etkinlikleriyle güncel/çağdaş sanat adı altında ayrı bir üretim alanının genişlediğini ve diğer kültürel disiplinlerden daha cüretli bir şekilde toplumsal sorunların konu edinildiğini aktarıyor. 2000’li yıllarda da güncel/çağdaş sanatın ifade alanının çeşitlenmeye devam ettiğini, büyük ölçekli sanat kurumlarının ortaya çıktığını ve sermayenin sanat alanına dahlinin ardından sanatın ticarileşmesine karşı, eleştirel sanatsal direniş çalışmalarının olduğunu aktarıyor.

Zeyno Pekünlü de, İstanbul’da 2013’te “Duvar resminden korkuyorlar” başlığıyla açılan bir arşiv sergisini ele alıyor. 70’li yıllardaki kültür üretimi ve devletin kültür politikaları hakkındaki tartışmaları bir araya getiren sergideki yayınlarda dile getirilen başlıca talep ve tartışmaların, günümüz sanat ortamı içinde yaşananlarla olan benzerliklerini aktarmakla birlikte, o yıllardan bugüne sanatçı örgütlenmelerinde nelerin değiştiğini bu serginin izlenimlerine dayanarak karşılaştırmaya çalışıyor.

Cem Dinlenmiş ise, haftalık mizah dergisi Penguen’de çizmiş olduğu “Gökkușağı Merdiveni” karikatürünün hikayesini aktarıyor bizlere: Gösterişli yeni Cumhurbaşkanlığı sarayında poz veren Tayyip Erdoğan ve Gezi protestolarının akabinde bir semtli tarafından gökkuşağına boyanan ve popüler olan uzun merdivenleri biraraya getirerek.

Kitabın üçüncü ve son bölümünde kentsel direniş, kentsel mücadele hareketleri ve bu bağlamda kentsel dönüşüm politikaları konularına, söylemlerine ve tartışmalarına yer verdik. Küresel örnekleriyle beraber Türkiye’deki kent yaşamında devlet kaynaklı dışlayıcı, tecrit ya da asimile edici şehir politikaları sonucu baş gösteren direnişlerin, mücadelelerin, kazanım ve kayıpların ortak paydalarına yer vermeye çalıştık. Etnik, sınıfsal ve cinsiyetçi ayırımcılık mekanizmalarına dayanan mütenalaştırma / soylulaştırma çalışmalarının, kentli ve bir șekilde kent yaşamına dahil birey ve grupları – kırsal alandan kente, kentlerden metropollere, ülkelerden başka ülkelere göç eden, göçe zorlanan ya da göç ettirilen kentlileri nasıl (bir direniş) hareket(in)e geçirdiğini yazarlarımız farklı örneklerle anlaşılır hale getiriyor:

Kentsel mücadelenin yalın bir dille anlatıldığı bir örneğe Funda Oral’la karşılaşıyoruz. Kentsel dönüşüm başlığı altında binlerce Roman’ın devlet şiddetine maruz bırakıldığını ve bu şiddet yoluyla insanların kentteki yaşam alanlarından sürüldüklerini anlatan yazar, Sulukule direnişinin yalnızca mütemadiyen çözüm arayan, haksızlığa uğramış olan halkla dayanışma yolları bulan, onların sorunlarını tanıyan ve bu sorunlara ortak olan bir hareket olmadığını, bunun aynı zamanda kentsel dönüşüm denilen mütenalaştırmaya çok boyutlu bir şekilde bilimsel, sanatsal, siyasal ve kültürel alanlara da sıçrayan dinamik bir direniş biçimi olduğunu da gösteriyor. Mücadele sırasında her ne kadar Sulukule mahallesi kurtarılamamış olsa da, Sulukule direnişi kentsel direniş hareketler tarihinde önemli bir kilometre taşı olarak yer almış ve toplumsal hafızaya da girmeyi başarmıştır.

İstanbul’da Kentsel Müdahaleler yazısında yazarlarımız Moritz Ahlert, Friedrich von Borries ve Jens-Uwe Fischer İstanbul’a ve İstanbul’daki Gezi Parkı Protestolarına “dışardan” bakarak kentsel bir sosyal hareketin bir yandan çok katmanlı olduğunu, diğer yandan da ortak hedefler, haklar ve talepler doğrultusunda yön kazanabileceğini gösteriyorlar. Bu metin, bütün farklılıkların eşitlikçi, adil ve barışçı bir kent mücadelesi amacıyla toplumun bir çok kesiminden insanların bir araya gelerek, uluslararası düzeyde yeni bir tarih yazdığını söylüyor.

Fikret Adaman, Bengi Akbulut, Yahya Madra, Şevket Pamuk yazar grubu makalelerinde Erdoğan hükümetinin “kalkınmaya” yönelik hükümet politikasının inşaat sektörü ile beslendiğini ve neoliberal ekonomik stratejileri izlediğini dile getiriyorlar. Buna göre AKP’nin İstanbul’u bir dünya ekonomi merkezine dönüştürme projesinin, ulusal ve uluslarası inşaat sektörüyle işbirliği içinde olduğu, bu işbirliği sonucunda da mütenalaştırıcı, dışlayıcı bir şehir politikası yürüttüğü ortaya çıkmakta.

Begüm Özden Fırat ve Ezgi Bakçay makalelerinde İstanbul’da Emek Sineması’nın yıkımına karşı ortaya çıkan kolektif eylemler örneğinde, ne sanat alanının, ne de dar anlamıyla politik alanın parçası olan yeni bir çapraz hareketler bölgesi açan “estetik-politik eylem” pratiklerini tartışmaya açıyorlar.

Ayşe Güleç yazısında, Almanya’da 2012 yılında kendiliğinden patlak veren NSU seri cinayetlerine kurban olan Türkiyeli göçmenlerin yakınları tarafından gerçekleştirilen mücadele ve direnişlerini, bir terörist seri cinayetleri sonucu Almanya’nın Kassel şehrinde, Hollandische Straße’deki kendi internet kafesinde katledilen Halit Yozgat örneğinde yakından tartışıyor. Göçmen bilgisi ve direnişi ile yazar bir yandan göçmenlerin bir şehirdeki on yıllarca süren tarihini, bu tarihsel süreçte kendilerine ve göçe özgü bir bilgi dağarcığı geliştirdiklerini, böylelilikle göçmenlere yönelik ayırımcılığa, cinayetlere ve ırkçı muamelelere karşı gerek görsel gerekse sözlü bir mücadele biçimi oluşturduklarını ortaya koyuyor.

Son olarak Pelin Tan, yazısında dünyanın farklı bölgelerindeki ortak mücadelelerin yöntemleri, toplumsal çerçevesi, felsefi alt-yapısıyla ilgilenmekte. Yazara göre yerelliği aşan bir bilgi üretimine dayalı toplu deneyim ve hazırlıksız ittifaklar, ortak olmayan bilgi için ortak mekân olanaklarının oluşumuna götürüyor. Kuşatıcı Sözlük ile kastedilense; emek, pedagoji, müşterekler, arşiv, kurum ve şehir üzerine ortak bir sözlük gündelik yapıp etmelerimizdeki çatışmalara karşı mücadele ve direnişimizle bağlantılı bir sözlük oluşturma gereksinimidir.

Bu kitapla, Türkiye’nin yıllardan beri kendine özgü bir protesto geleneğine sahip olduğunu, bu protesto anlayışının sürekli içerik ve ivmeler kazandığını, farklı protesto gruplarının bazı siyasi durumlarda egemen sisteme karşı birlikte direnebildiklerini göstermeye çalıştık.

Yazarlarımıza ve çevirmenlerimize burada teşekkür ederken, okuyuculara da direniş hikayelerini, tarihlerini ve belgelerini okurken şahane bir
“Gezi“nti diliyoruz.

Kitabı sergi açılışında ve sergi açılışından itibaren nGbK'de bulabilirsiniz. ISBN 978-3-938515-59-4 Kapak: Artıkişler - Akıl Tutulması. Video, 2012.
Kitabı sergi açılışında ve sergi açılışından itibaren nGbKda bulabilirsiniz.
ISBN 978-3-938515-59-4
Kapak Resimi: Artıkişler – Akıl Tutulması. Video, 2012.